Satranç oynayan şah mı, derviş mi belli değil.
Dokunduğu anda piyonları vezire çevirdiğine bakılırsa şah.
Şahla göz göze geldiğinde tepeden tırnağa ürperdiğine bakılırsa derviş.
Kiminle mi oynuyor?
O da pek belli değil.”
Çok uzun zamandan beri iz sürmekte A.Ali Ural. Ardında bir ayak izi bırakabilenlerin izini… Bilin bakalım bugün kimi buldum, diye çıktı her defasında okurlarının karşısına. Gözleri eflatun elleri lokman? Bildiniz mi? Başka bir gün şöyle sordu: İki deve diz çöktüren dev? Dünyanın en yalnız adamını sordu bir gün. Dört ruhunda iki dünya çarpışan insanı, satranç oynayan dervişi, gölün peşinden giden ummanı…
Doğu’dan Batı’ya koştu; Batı’dan Doğu’ya yazar. Konfüçyüs’ün talebesi oldu. Önünde diz çöktü. Öğretilerini getirdi. Martin Luther’in cümlelerini yazdı defterine. Boynuna giren kurşunu gördü Martin Luther’in, yaşlanan kalbini. Gülmekten çekindi Nasrettin Hoca’nın yanında. Neden ters bindiğini sormadı bineğine. Hiç durdurmasın diye bineğini, dualar etti yazar. Sultanların tasından hiç su içmeyen Bişr el-Hafi’yi gördü soğuktan tir tir titrerken. Bunu duyan yazar, yere çaldı paltosunu. Bir şey olsun Bişr’le arasında ortak. Nice yüz pâre şehirler, yedi krallık vilâyetler gezip gördü Evliya Çelebi’yle. Kant’ın mezarını buldu. Taşında yazılanları ezber etti. Tur Dağı’na çıkarken Rabia el-Adeviyye’nin mezarına rastladı.
Satranç Oynayan Derviş’te okurun ağzına bal sürüyor A.Ali Ural. Tadını damağında bırakıyor portrelerin. Tıpkı Güneşimin Önünden Çekil’de yaptığı gibi. Altmış dokuz yolculuğun üzerine kırk bir yolculuk daha ekliyor. Altmış dokuz portrenin üzerine, kırk bir portre daha.
Belli ki denemelerini yazdığı mürekkebe, şiirlerini yazdığı mürekkepten damlatıyor A. Ali Ural, renk gelsin diye yüzlerine.
Yorum Yaz...